Üretim İlişkileri Bağlamında Tarihsel Sürece Bir Bakış ve Sanayi Devrimi
Eski
çağlardan başlayarak günümüze doğru üretim ilişkilerinin nasıl evirildiğini
bilirsek, 18 ve 19 yy. iktisatçıları
gözüyle insanın “homo/humanites”ten “homo economicus”a nasıl geçtiğini de
anlayabiliriz. Ne yazık ki endüstri devrimi diye anılan tarihsel süreçle
birlikte insanın toplumsal hayat içerisindeki yerini belirleyen en önemli
etkinliği olarak üretim ilişkilerindeki rolü gösterilmektedir. Daha doğru bir
tanımla insan varlığı neredeyse maddi bir karşılığa tekabül eden bir yaklaşımla
ele alınır olmuştur. Peki, nedir bu “maddi yaklaşım”. Elbette ücret. İnsan
emeğinin alınıp satılan bir meta haline gelmesiyle insanın bizatihi varlığı
toplum içerisinde bir rakamla ifade edilebilir hale getirilmiştir. 18, 19 yy
iktisatçılarının pek sevdiği bu homo economicus’a kısa sürede ortalama bir
değer biçilmiştir. Bu ortalama değerin adı “asgari ücret”tir. Kâr, ücret, işçi,
patron vb kavramların tümü endüstri devrimiyle ortaya çıkmışlardır.
Peki;
endüstri devrimine kadar olan süreçte üretim ilişkileri nasıldı. Ya da “üretim
ilişkisi” tanımı insanın tarihsel gelişimi içerisinde hangi noktada ortaya
çıktı ve öncesi nasıldı diye bir soruyla başlayalım.
Eski
Mısır’dan başlarsak ilk bakmamız gereken şey piramitler, kral mezarlarıdır. Bu
devasa yapıları kimler, nasıl yapmışlardır. Bu soruya cevap vermek zor olmasa
gerek. O dönemde kölelerin çalıştırıldığını biliyoruz. Kral, ailesi ve rahipler
dışında herkesin köle olduğu bir çağ. Köleler sadece karın tokluğuna hatta
düpedüz ölüme gönderilmemek için var güçleriyle çalışmışlardır. Ne de olsa kral
için çalışmaktan aciz bir kölenin yaşamasının yönetenler açısından bir gereği
ve değeri yoktu.
Tarih
içerisinde uzun adımlarla ilerlemeye devam edersek ve feodalite yıllarına
geldiğimizde bir piramit oluştuğunu görürüz. Piramidin en tepesinde kral, onun
altında soylular ve diğerleri vardır. Yani köylüler.
Feodal ekonomik yapı basittir. Köylüler soylu kişinin, kontun, markinin, dükün
toprağında üretim yapmaktadırlar. Yaşamaları için gereken çok az miktarı
kendileri için alıkoymak hakkına sahiptirler. Geriye kalanın tümü toprak sahibi
soyluya aittir. Ticaret gelişmediği için uzmanlaşmış bir ekonomi ve gelişmiş iş
bölümü yoktur. Üretim toprakta yapıldığından zenginliğin ölçüsü topraktır, taşınabilir servet olgusu gelişmemiştir.
Ortaçağa geldiğimizde kral, soylular ve köylüler sınıfına bir de
burjuva sınıfı eklendi. Nedir ya da
kimdir burjuva. Sözcüğün etimolojisine baktığımız zaman dilimize Fransızca’dan
geçtiğini görürüz. Fransızca Burgos sözcüğü sur anlamına gelmektedir. Orta çağda kentler surlarla çevriliydi ve soylu ya da kentsoylu yani burjuva olanlar
surlar içerisinde yaşama hakkına sahiptiler. Burjuva ya da Türkçe deyişiyle
kentsoylu kişi, statüsünü soyundan yani asaletinden değil ama eğitiminden ve
zenginliğinden alan, yanında köle çalıştıran kimsedir. Bunlar dışında kalan köylüler surlar dışında
yaşıyorlardı.
Tarihsel yolculuğumuza biraz daha devam edersek orta çağa
varırız ve aşağı yukarı XV. yy dan
itibaren ekonomik düzen içerisinde küçük esnaf ve zanaatkarlarla ev içi atölye
üretiminin başladığını görürüz. İşte endüstri devrimini hazırlayan süreç tam da
burasıdır. Çünkü artık bu dönemde basit de olsa üretimde el aletleri, basit
tezgâhlar kullanılmaya başlanmıştır. Bunların üretim sürecine girmesiyle
birlikte üretim miktarı da belirgin bir şekilde artmaya başlamıştır.
18.
yy a geldiğimizde ise elle ve basit aletlerle yapılan işlerin bir çoğu
mekanikleşmiş ve ortama artık makineler girmiştir. Ve ne yazık ki makinelerin
çalışma ortamında boy göstermesiyle birlikte onların bakım ve korunmasına
ilişkin işler ön plana geçmiştir. Daha da kötüsü insan makinenin hızına uymaya
mecbur ve mahkûm edilmiştir. Bu noktada yavaş yavaş tarih sahnesinde işçi sınıfının tezahür etmeye
başladığını görürüz.
Şimdi… eski mısır’dan ortaçağa, oradan da 19 yy
sanayi devrimini yaşayan sürece geldik. Tam buradayız. Nerede? İngiltere’de.
Çünkü sanayi devrimi önce orada gerçekleşti. Neden acaba?
1- Zengin
doğal kaynakların ve özellikle kömürün bulunduğu yer.
2- Hiçbir
yer denize 120 km’den daha uzak değil.
3- Mükemmel
kanallar ve yollar var.
4- Bankacılık
sistemi kurulmuş
5- Sınıflar
arasında akışkanlık var ve işçi sınıfı gittikçe büyümektedir.
6- Tarım
devrimi gerçekleşmiştir.
Burada ilginç bir
anekdotu aktarmadan geçmeyeyim. Sanayi devrimi ilk İngiltere’de gerçekleştiği
için o dönemde gelişmişliğin ölçüsü hep İngiltere baz alınarak
saptanıyordu. Esasen gelişmeyi gösteren
şey makinelerin ve bu makinelerin başında çalışan insanların sayısından
ibaretti. O dönemin anlayışıyla. Tabii bu bakış açısı 1950-60 yıllarına kadar
sürdü. ( Hâlâ daha devam etmekle birlikte bir başka türlü bakış da 1950-60
yıllarından itibaren dünyayı ve insana dair değişimleri yorumlama da yerini
aldı diyebiliriz). O dönemlerde yani sanayi devriminin yaşandığı ve az
sonrasındaki dönemlerde gelişmişlik dediğimiz gibi makine ve işçi sayısı ile
ölçüldüğünden ve bu anlamda en “ileri” ülke İngiltere olduğundan bunun dışında
kalan ülkelere “retarded” yani geri kalmış, normalin gerisinde ve yavaş
anlamlarına gelen “retarded” sıfatı yakıştırılıyordu. Yavaş ve normalin gerisi…
neye göre? İngiltere’ye. Dolayısıyla İngiltere ile aynı dönemde ve aynı hızla
endüstrileşemeyen Fransa vb ülkelere “retarded” dendi.
Günümüzde dünyaya
insancıl olarak bakabilen bilim adamları tarafından bu katı ve gerçekçi olmayan
yaklaşım büyük ölçüde çürütülmüştür. İnsanı, aileyi, toplumsal hayatı, çevreyi,
ilişkileri… her şeyi tepeden tırnağa değiştiren böylesi bir gelişmenin sadece
fabrika ve işçi sayısıyla açıklanmaya kalkılmasının yanlışlığı, eksikliği kabul
edilmiştir.
Tam bu noktada endüstri devrimi nedir sorusuna cevap
olarak şunu söyleyebiliriz; endüstri devrimi var olan üretim biçimlerinin o
güne kadar süren olağan evrim sürecinde ani bir zıplamadır.
İnsan ya da toplum hayatında, yani sosyal yaşantıda
zıplama yaratan şey uzun yıllar boyunca biriktirilen bilgi ve tecrübenin
yoğunlaşarak insanı ya da toplumu yeni bir evreye geçirmesidir. Yani devrim
denen tarih sahnesine hiç yoktan ve aniden çıkan bir patlama değildir. Tarihsel, duygusal ve maddi süreçler
sonucudur.
Tekrar
konumuza dönersek; endüstri devrimi var
olan üretim biçimlerinin o güne kadar süren olağan evrim sürecinde ani bir
zıplamadır demiştik.
Endüstri
devrimi gerçekleşmeden az önceki manzaraya bir göz atma olanağımız olsa, mesela
İngiltere’nin Birmingham bölgesi civarında bir çok evde veya atölyede
kadınların oyuncak bebekler vb ürettiğini görürüz. Endüstri devriminden sonra
bu bölge oyuncak fabrikalarıyla doldu. Oyuncakların tasarımı ve üretimi gene o
bölgenin kadınları tarafından yapılıyordu. Ancak bu sefer kadınlar evlerinde ya
da kendi atölyelerinde, kendi kendilerinin patronu olarak değil evlerinden
uzakta patronun işçileri olarak, belirlenmiş bir ücret karşılığı çalışmaya
başladılar. Ve on yaşın üstündeki çocuklar da.
Gene
İngiltere’den örnek verecek olursak 19. yy da, isli, dumanlı, kötü kokan, iç
karartıcı bir kasaba haline gelen Sheffield çatal, bıçak üreten fabrikalarla
göze çarpar. Neden? Çünkü öncesinde o bölge insanları kendi atölyelerinde,
evlerinde, çatal bıçak takımları ve bıçak üretiyorlardı.
Aynı
şekilde endüstri devriminin lokomotifi olan tekstil de eskiden evlerinde
çalışan, dokuyan, iplik eğiren kadınların emeği ve birikimi üzerine
yükselmiştir.
Önceleri kendi evinde ya da atölyesinde çalışan
kadın ya da erkek örneğin karnı ağrıdığında işine bir süre ara verebiliyor,
belki sıcak bir çay içip dinleniyordu. Kadınlar işlerine ara verip çocuklarını
emzirebiliyorlardı. Üretim süreci hayatın içinde ve doğal akışı bozmadan
sürüyordu. Bir esnaf aile bütçesine bakıp haftayı çıkarıp çıkaramayacağının
hesabını yapabiliyor ve üretimini ve dolayısıyla çalışma saatlerini ve
temposunu ona göre ayarlayabiliyordu.
Yani
fabrikalardan önce eğer bir esnaf olsaydınız, bir terzi ya da bir ayakkabıcı,
istediğiniz zaman çalışır istemediğiniz zaman çalışmazdınız. Ürettiğiniz mala
olan talebe (yani ihtiyaca) göre çalışırdınız. Ne de olsa kimse ayağındaki
ayakkabı kopmadan, giyilemez hale gelmeden yenisini almayı kolay kolay
düşünmezdi. Ya da iki gömleği, iki, üç elbisesi olan yeni bir tane daha edinmek
için terziye koşmazdı. (Talep yaratılan bir şey değildi. Talebin nedeni sadece
ihtiyaçtı. Doğaldı.)
Peki sonra ne oldu?
Sonra
tüm bu insanlar, zanaatkârlar, ustalar, esnaf, kadınlar ve çocuklar Engels’in
“şeytan değirmeni” dediği makinelerle dolu fabrikalara doluşturuldular. Ve
makinenin hızına uyum sağlamak gibi bir mecburiyet içinde kaldılar.