6 Mart 2015 Cuma

Üretim İlişkileri Bağlamında Tarihsel Sürece Bir Bakış ve Sanayi Devrimi

Üretim İlişkileri Bağlamında Tarihsel Sürece Bir Bakış ve Sanayi Devrimi

Eski çağlardan başlayarak günümüze doğru üretim ilişkilerinin nasıl evirildiğini bilirsek,  18 ve 19 yy. iktisatçıları gözüyle insanın “homo/humanites”ten “homo economicus”a nasıl geçtiğini de anlayabiliriz. Ne yazık ki endüstri devrimi diye anılan tarihsel süreçle birlikte insanın toplumsal hayat içerisindeki yerini belirleyen en önemli etkinliği olarak üretim ilişkilerindeki rolü gösterilmektedir. Daha doğru bir tanımla insan varlığı neredeyse maddi bir karşılığa tekabül eden bir yaklaşımla ele alınır olmuştur. Peki, nedir bu “maddi yaklaşım”. Elbette ücret. İnsan emeğinin alınıp satılan bir meta haline gelmesiyle insanın bizatihi varlığı toplum içerisinde bir rakamla ifade edilebilir hale getirilmiştir. 18, 19 yy iktisatçılarının pek sevdiği bu homo economicus’a kısa sürede ortalama bir değer biçilmiştir. Bu ortalama değerin adı “asgari ücret”tir. Kâr, ücret, işçi, patron vb kavramların tümü endüstri devrimiyle ortaya çıkmışlardır.      
Peki; endüstri devrimine kadar olan süreçte üretim ilişkileri nasıldı. Ya da “üretim ilişkisi” tanımı insanın tarihsel gelişimi içerisinde hangi noktada ortaya çıktı ve öncesi nasıldı diye bir soruyla başlayalım.

Eski Mısır’dan başlarsak ilk bakmamız gereken şey piramitler, kral mezarlarıdır. Bu devasa yapıları kimler, nasıl yapmışlardır. Bu soruya cevap vermek zor olmasa gerek. O dönemde kölelerin çalıştırıldığını biliyoruz. Kral, ailesi ve rahipler dışında herkesin köle olduğu bir çağ. Köleler sadece karın tokluğuna hatta düpedüz ölüme gönderilmemek için var güçleriyle çalışmışlardır. Ne de olsa kral için çalışmaktan aciz bir kölenin yaşamasının yönetenler açısından bir gereği ve değeri yoktu.

Tarih içerisinde uzun adımlarla ilerlemeye devam edersek ve feodalite yıllarına geldiğimizde bir piramit oluştuğunu görürüz. Piramidin en tepesinde kral, onun altında soylular ve diğerleri vardır. Yani köylüler. Feodal ekonomik yapı basittir. Köylüler soylu kişinin, kontun, markinin, dükün toprağında üretim yapmaktadırlar. Yaşamaları için gereken çok az miktarı kendileri için alıkoymak hakkına sahiptirler. Geriye kalanın tümü toprak sahibi soyluya aittir. Ticaret gelişmediği için uzmanlaşmış bir ekonomi ve gelişmiş iş bölümü yoktur. Üretim toprakta yapıldığından zenginliğin ölçüsü topraktır, taşınabilir servet olgusu gelişmemiştir.

Ortaçağa geldiğimizde kral, soylular ve köylüler sınıfına bir de burjuva sınıfı eklendi. Nedir ya da kimdir burjuva. Sözcüğün etimolojisine baktığımız zaman dilimize Fransızca’dan geçtiğini görürüz. Fransızca Burgos sözcüğü sur anlamına gelmektedir. Orta çağda kentler surlarla çevriliydi ve soylu ya da kentsoylu yani burjuva olanlar surlar içerisinde yaşama hakkına sahiptiler. Burjuva ya da Türkçe deyişiyle kentsoylu kişi, statüsünü soyundan yani asaletinden değil ama eğitiminden ve zenginliğinden alan, yanında köle çalıştıran kimsedir.  Bunlar dışında kalan köylüler surlar dışında yaşıyorlardı.

Tarihsel yolculuğumuza biraz daha devam edersek orta çağa varırız ve  aşağı yukarı XV. yy dan itibaren ekonomik düzen içerisinde küçük esnaf ve zanaatkarlarla ev içi atölye üretiminin başladığını görürüz. İşte endüstri devrimini hazırlayan süreç tam da burasıdır. Çünkü artık bu dönemde basit de olsa üretimde el aletleri, basit tezgâhlar kullanılmaya başlanmıştır. Bunların üretim sürecine girmesiyle birlikte üretim miktarı da belirgin bir şekilde artmaya başlamıştır.

18. yy a geldiğimizde ise elle ve basit aletlerle yapılan işlerin bir çoğu mekanikleşmiş ve ortama artık makineler girmiştir. Ve ne yazık ki makinelerin çalışma ortamında boy göstermesiyle birlikte onların bakım ve korunmasına ilişkin işler ön plana geçmiştir. Daha da kötüsü insan makinenin hızına uymaya mecbur ve mahkûm edilmiştir. Bu noktada yavaş yavaş tarih sahnesinde işçi sınıfının tezahür etmeye başladığını görürüz.

Şimdi… eski mısır’dan ortaçağa, oradan da 19 yy sanayi devrimini yaşayan sürece geldik. Tam buradayız. Nerede? İngiltere’de. Çünkü sanayi devrimi önce orada gerçekleşti. Neden acaba?
1-     Zengin doğal kaynakların ve özellikle kömürün bulunduğu yer.
2-     Hiçbir yer denize 120 km’den daha uzak değil.
3-     Mükemmel kanallar ve yollar var.
4-     Bankacılık sistemi kurulmuş
5-     Sınıflar arasında akışkanlık var ve işçi sınıfı gittikçe büyümektedir.
6-     Tarım devrimi gerçekleşmiştir.
Burada ilginç bir anekdotu aktarmadan geçmeyeyim. Sanayi devrimi ilk İngiltere’de gerçekleştiği için o dönemde gelişmişliğin ölçüsü hep İngiltere baz alınarak saptanıyordu.  Esasen gelişmeyi gösteren şey makinelerin ve bu makinelerin başında çalışan insanların sayısından ibaretti. O dönemin anlayışıyla. Tabii bu bakış açısı 1950-60 yıllarına kadar sürdü. ( Hâlâ daha devam etmekle birlikte bir başka türlü bakış da 1950-60 yıllarından itibaren dünyayı ve insana dair değişimleri yorumlama da yerini aldı diyebiliriz). O dönemlerde yani sanayi devriminin yaşandığı ve az sonrasındaki dönemlerde gelişmişlik dediğimiz gibi makine ve işçi sayısı ile ölçüldüğünden ve bu anlamda en “ileri” ülke İngiltere olduğundan bunun dışında kalan ülkelere “retarded” yani geri kalmış, normalin gerisinde ve yavaş anlamlarına gelen “retarded” sıfatı yakıştırılıyordu. Yavaş ve normalin gerisi… neye göre? İngiltere’ye. Dolayısıyla İngiltere ile aynı dönemde ve aynı hızla endüstrileşemeyen Fransa vb ülkelere “retarded” dendi.
Günümüzde dünyaya insancıl olarak bakabilen bilim adamları tarafından bu katı ve gerçekçi olmayan yaklaşım büyük ölçüde çürütülmüştür. İnsanı, aileyi, toplumsal hayatı, çevreyi, ilişkileri… her şeyi tepeden tırnağa değiştiren böylesi bir gelişmenin sadece fabrika ve işçi sayısıyla açıklanmaya kalkılmasının yanlışlığı, eksikliği kabul edilmiştir.
Tam bu noktada endüstri devrimi nedir sorusuna cevap olarak şunu söyleyebiliriz; endüstri devrimi var olan üretim biçimlerinin o güne kadar süren olağan evrim sürecinde ani bir zıplamadır.
İnsan ya da toplum hayatında, yani sosyal yaşantıda zıplama yaratan şey uzun yıllar boyunca biriktirilen bilgi ve tecrübenin yoğunlaşarak insanı ya da toplumu yeni bir evreye geçirmesidir. Yani devrim denen tarih sahnesine hiç yoktan ve aniden çıkan bir patlama değildir.  Tarihsel, duygusal ve maddi süreçler sonucudur.

Tekrar konumuza dönersek;  endüstri devrimi var olan üretim biçimlerinin o güne kadar süren olağan evrim sürecinde ani bir zıplamadır demiştik.
Endüstri devrimi gerçekleşmeden az önceki manzaraya bir göz atma olanağımız olsa, mesela İngiltere’nin Birmingham bölgesi civarında bir çok evde veya atölyede kadınların oyuncak bebekler vb ürettiğini görürüz. Endüstri devriminden sonra bu bölge oyuncak fabrikalarıyla doldu. Oyuncakların tasarımı ve üretimi gene o bölgenin kadınları tarafından yapılıyordu. Ancak bu sefer kadınlar evlerinde ya da kendi atölyelerinde, kendi kendilerinin patronu olarak değil evlerinden uzakta patronun işçileri olarak, belirlenmiş bir ücret karşılığı çalışmaya başladılar. Ve on yaşın üstündeki çocuklar da.
Gene İngiltere’den örnek verecek olursak 19. yy da, isli, dumanlı, kötü kokan, iç karartıcı bir kasaba haline gelen Sheffield çatal, bıçak üreten fabrikalarla göze çarpar. Neden? Çünkü öncesinde o bölge insanları kendi atölyelerinde, evlerinde, çatal bıçak takımları ve bıçak üretiyorlardı.
Aynı şekilde endüstri devriminin lokomotifi olan tekstil de eskiden evlerinde çalışan, dokuyan, iplik eğiren kadınların emeği ve birikimi üzerine yükselmiştir.

Önceleri kendi evinde ya da atölyesinde çalışan kadın ya da erkek örneğin karnı ağrıdığında işine bir süre ara verebiliyor, belki sıcak bir çay içip dinleniyordu. Kadınlar işlerine ara verip çocuklarını emzirebiliyorlardı. Üretim süreci hayatın içinde ve doğal akışı bozmadan sürüyordu. Bir esnaf aile bütçesine bakıp haftayı çıkarıp çıkaramayacağının hesabını yapabiliyor ve üretimini ve dolayısıyla çalışma saatlerini ve temposunu ona göre ayarlayabiliyordu.
 Yani fabrikalardan önce eğer bir esnaf olsaydınız, bir terzi ya da bir ayakkabıcı, istediğiniz zaman çalışır istemediğiniz zaman çalışmazdınız. Ürettiğiniz mala olan talebe (yani ihtiyaca) göre çalışırdınız. Ne de olsa kimse ayağındaki ayakkabı kopmadan, giyilemez hale gelmeden yenisini almayı kolay kolay düşünmezdi. Ya da iki gömleği, iki, üç elbisesi olan yeni bir tane daha edinmek için terziye koşmazdı. (Talep yaratılan bir şey değildi. Talebin nedeni sadece ihtiyaçtı. Doğaldı.)
Peki sonra ne oldu?
Sonra tüm bu insanlar, zanaatkârlar, ustalar, esnaf, kadınlar ve çocuklar Engels’in “şeytan değirmeni” dediği makinelerle dolu fabrikalara doluşturuldular. Ve makinenin hızına uyum sağlamak gibi bir mecburiyet içinde kaldılar.