Endüstri
devrimi XVIII. yüzyılın sonlarına doğru
ekonomik ve sosyal düzeni temelinden sarsacak boyutlara ulaşmıştır. Artık
insanlar çok daha kalabalık gruplar halinde, atölye ve basit tezgâhların
ötesinde fabrikalarda çalışmaya başlamışlardır. Bu yeni bir yaşama modelinin
başlangıcı ve kuşaklar boyunca sürdürülen alışılmış yaşamın sonuydu. Değişimi
yaratan şey, kadim üretim düzeninin yerine makineleşmeye bırakmış olmasıdır ve
en büyük özelliği de budur.
Söz
konusu gelişmenin normal sonucu olarak üretimde olağanüstü artışlar meydana
gelirken ne yazık ki genelde insan,
özelde çalışan insan yeni yaşama düzeninde özlenen yerini alamamıştır. Uzun bir
süre makine ve malzeme gibi alınıp satılan bir mal muamelesi görmüştür.
Bu
dönemde ücretler düşük düzeyde tutulmuş ve çalışma süreleri olabildiğince
uzatılmıştır.
Bu
dönemin bir başka özelliği de kadınların ve hatta çocukların fabrikalarda
çalıştırılmasıdır. Kadın ve çocuk çalıştırma tamamıyla patronların
inisiyatifine bırakılmıştı.
Öte
yandan endüstrileşme kırsaldan kente göçü zorluyor ve bu durumda sosyal hayatta
ve insan ruhunda göz ardı edilemeyecek yaralara, zorluklara yol açıyordu.
Ancak
makineleşme yani büyük üretim sistemlerine geçişin insan mutluluğu ve iş
tatmini üzerinde olumsuz etkiler yaptığı kısa sürede görülmeye başlanmıştır.
Eskiden
işin tüm safha ve süreçleri üzerinde bilgi ve beceri sahibi olmaya dayalı ustalık sistemi, yerini sadece üretimin
belirli bir safhası hatta işlemi üzerinde uzmanlaşmaya
bırakmıştır.
Makineleşmeyle
birlikte ortaya çıkan uzmanlaşma verimi artırmış ancak iş göreni makinenin
süratine bağlı kılmıştır. Böylece iş gören yerine üretimde bu sefer de
makineler ön plana geçmiştir.
Makinenin
gerektirdiği tek bir işlemin (örneğin üretim bandında işçinin önüne gelen bir
makine parçasının bir vidasının sıkılması) sürekli tekrar edilerek yapılması ve
işin tekdüzeliğine tezat teşkil edecek şekilde yoğun bir dikkati gerekli
kılması monotonluğa yol açmıştır. Monoton bir çalışmanın, eylemin sonucu
yorgunluk ve bıkkınlıktır bu da yapılan eyleme bu anlamda işçisin işine
yabancılaşması demektir.
Modern makinelerin üretim hattında yer alması
ile ona mutlak bağlı olarak çalışmaya mahkûm olan iş gören önemsizleştiğini
hissetmiş ayrıca yapılan üretimde katkısının çok az olduğunu ve ortaya çıkan
ürünün kendi eseri olarak görülemeyeceğinin bilincine varmıştır. Böylece emeğin
verdiği hazdan ve ortaya bir ürün çıkarmanın yarattığı tatminden mahrum kalan
iş gören mutsuzlaşmıştır.
Kısacası
endüstri devriminin, gerçekten üretimde görülmedik artışlar sağlarken insanlara
özellikle çalışan insanlara mutluluk değil mutsuzluk, huzur değil huzursuzluk
getirdiği söylenebilir.
Mal
ve hizmet üretimindeki bu değişim günümüzde de hızla devam etmektedir. Bugün
birçok alanda otomasyona geçilmiş olması işgücü çalışmalarına, insan kişiliği
ve yönetimine, mal ve hizmetlerin kullanımına ve nihayet yaşayışımıza büyük
değişiklikler getirmiştir.
Makineleşme
işe birlikte beşeri (insani) sorunlar bir çığ gibi katlanarak büyümüş ve
karmaşık bir hal almıştır. Klasik yönetim kuramının ilkelerine bağlı kalınarak
yapılan personel seçimi, çalıştırılması ve sıkı bir denetim ve cezalandırma
sisteminin yürürlüğe konması yönetici ve yönetilen ilişkilerini daha da
bozmuştur.
Kısa
sürede klasik örgüt biçiminin katı mantığı ve ilkeleri ile uzmanlık sistemine
dayanan işbölümüne karşı iş görenlerin tutumlarında olumsuz değişimler ortaya
çıkmıştır. Böylece biçimsel (formel)
olmayan örgütlenmeler, liderlik, ast/üst çatışmaları, işe geç gelme, iş
aletlerine zarar verme, bozma, grev ve sabotajlara başvurma eğilim ve
davranışları görülmeye başlamıştır.
Bu
bunalımdan bir çıkış yolu arayan işçiler ezilen ve sömürülen bir sınıf olmaktan
kurtulmak için bir araya gelerek mücadele etme yolları aramışlardır. Bu süreçte
kendi aralarında örgütlenerek sendikalaşma hareketlerine başlamışlardır.
İşverenlerin sert karşı çıkışları ve direnmelerine rağmen bu akım giderek
güçlenmiş ve gelişmesini günümüze dek sürdürmüştür.
Modern çalışma düzeninin olumsuzlukları
karşısında -normal olarak- klasik
yönetim kuramları yetersiz kalmıştır. Bu
gelişmeyle birlikte örgütsel ve yönetsel tutum ve davranışlar yavaş yavaş
ortaya çıkmaya başlamıştır. Yani makineleşmenin yarattığı insani sorunların
üretim süreçlerine olumsuz etkisini ortadan kaldıracak yeni yaklaşımların
arayışı içine girilmiştir.
Psikolojinin
endüstriye uygulanmaya başlaması girişimleri 20. Yy başlarını bulur.
Psikolojik
tekniklerin personel sorunlarına uygulanmasının önemli adımlarından biri I.
Dünya savaşı sırasında personel
testlerinin ordu örgütleri tarafından kullanılmasıdır. Testler ordu
personelinin sınıflandırılması ve görevlendirilmesi için özel olarak
geliştirilmiş ve kullanılmıştır.
Örgütsel
psikolojinin esas gelişmesi 1930’lu yıllarda gerçekleşmiştir. 1930-40 yılları arasında memur ve işçilerin
işe alınma ve yerleştirilme amaçları için testlerin geliştirilmesine ve
kullanılmasına önem verilmiştir.
1940-50
yılları arasında grup içi etki ve tepki, gözetim ve liderlik sorunlarına,
haberleşme sistemlerine, inanç ve
tutumların belirlenmesine ilişkin çok sayıda örgütsel psikoloji konularında
araştırma ve inceleme yapılmıştır. Böylece, psikoloji örgütsel yapı içerisinde,
örgütün etkili bir şekilde çalıştırılması amacıyla önemli bir araç olarak
kullanılmaya başlanmıştır.
Örgütsel
Psikolojinin Doğuşu
Psikoteknik
II.
dünya savaşı sırasında ve savaştan bu yana psikoteknik
bir bilim dalı olarak gelişmiş ve
yaygınlaşmıştır. Psikotekniğin çalışma alanı, işlerde kullanılan araç ve
gereçlerin insan yeteneklerine uygunluğunu sağlamak ve kullanılışını kolaylaştırmaktır. Ayrıca beşeri
yetenekleri ortaya çıkarmak ve sınırlarını belirlemektir. Bu tip
sorunlara ilginin artması çabuk değişen
teknoloji ve ona eşlik eden
insanların kullanacağı yeni ve daha karmaşık nitelikteki araç ve gereçlerin
gelişi ile ortaya çıkmıştır.
Psikoteknik
de önceleri askeri hizmetlerde, yeni tip silahların orduda etkin bir şekilde
kullanılması gereğinden doğmuştur.
Örgütsel
psikoloji ve psikoteknik gayede bir paralelleşme içinde görünüyorlarsa da
birbirlerine etkileri azdır ve düşünce alanları yönünden oldukça farklıdırlar.
Bütün
bu çalışmaların amacı, son tahlilde beşeri yetenekler ile araç ve gereçlerin
etkili ve verimli çalışmasıdır.
1950-60
yılları arasında klasik yönetim görüşünün tamamen terk edilerek tüm dünyada
yönetim ve organizasyon sorunlarının çözümünde insan ilişkileri
yaklaşımının en yaygın biçimde
kullanıldığını görüyoruz. Bu yaklaşımla yeni bir insan yaklaşımı modeli ortaya
atılmakta ve bu insanı çalıştırmanın yol ve yöntemleri de değişmektedir.
Bu
yılların en geçerli ve moda olan görüşü insan ihtiyaç ve güdülerinin
belirlenmesi ve örgütlerde insanları harekete geçirme ve teşvik etmede
kullanılmasıdır.
Güdüleme kuramının yaygın
biçimde kullanılması yanında makineleşme ve montaj hattı sorunlarının doğurduğu
uzmanlaşma ve bunun sonucunda da monotonluk ve iş tatminsizliğine karşı
alınacak başlıca önlemler üzerinde durulmuştur.
1960-70
yılları arasında yönetimde otorite analizleri, önderlik araştırmaları, yönetim
biçimine ilişkin incelemeler yaygınlık kazanmış, örgüt yapılarının, örgüt
içindeki yetki dağılımının işin etkinlik ve verimliliği üzerindeki etkileri
araştırılmıştır.
Daha
sonraları ise endüstriyel demokrasi ve
yönetime katılma konusunun gündeme geldiği görülmüştür.
1970-80
yılları, gerek örgüt içi gerekse de örgüt dışı ilişkilerde sistem yaklaşımının
en fazla moda olduğu dönemdir. Ancak her örgütün ve onun çevresinin aynı
koşullara sahip olmadığı ve dolayısıyla sistem yaklaşımının
genelleştirilemeyeceği fikri üzerinde yoğunlaşılmış ve yapılan durumsallık
incelemeleri bu görüşü doğrulamıştır.
Böylece
örgütün ve çevresinin sosyo-kültürel özelliklerine göre uygulanması gereken
yönetim biçiminin de değişebileceği anlayışı ağırlık kazanmıştır.